Özgürlük İçin... Pardus...

25 Ocak 2011 Salı

Vatandaş İçin Basit Hukuk Bilgileri (1)


Bu yazıda ortalama düzeyde eğitimli vatandaşlarımızı hukuksal konularda genel olarak bilgilendirmek için bazı basit bilgiler vereceğim. Bu yazı, bütün hukuksal konuları kapsayan, sistematik (şematik), akademik bir çalışma değildir. Halkın geneli bakımından önemli olan konular özet olarak belirtilmiştir. Bazı kavram ve terimler, halkın rahatça anlayabilmesi için, hukukçuların kullandığı özel anlamda değil, genel anlamda kullanılmıştır (örneğin, “geçerlilik”, “yürürlük”, vs.). Önemle hatırlatırım ki, vatandaşlarımız burada yazdığım bilgileri kendi anladıkları kadarıyla yorumlayarak hiçbir hukuksal işlem yapmamalı, hangi hukuksal meseleyle karşı karşıya iseler mutlaka o konuda uzman bir hukukçuya danışmalıdırlar.
Bu yazı, aşağıdaki başlıklara ayrılmıştır:
A) YASALAR (KANUNLAR) VE “MEVZUAT”
Yasalar Yazılı Olur (Halka İlan Edilir) - Resmi Gazete (RG)
Uluslararası Anlaşmalar (Sözleşmeler, Konvansiyonlar)
B) MAHKEMELER
Genel Sınıflandırma
Adliye Binalarımız
Adliye Çalışanları (Adli Personel)
C) YARGIÇ (HAKİM) - SAVCI - AVUKAT
Bazı Basit İstatistikler
Yargıçlar (Hakimler)
Savcılar (Cumhuriyet Savcıları)
Avukatlar (Vekil, Müdafi, Muhami)
Ç) ÇEŞİTLİ ADLİ KURUM VE KURULUŞLAR
Polis (Emniyet, Güvenlik, Kolluk)
Noterler
Bilirkişiler (Ehlivukuf, Ehlihibre)
Adli Tıp Kurumu
Özel Hafiyeler (Dedektifler)
Siciller (Kütükler)
D) BAZI TEMEL KAVRAMLAR
Dilekçe (Arzuhal, İstida)
Dosya
Müzekkere
Duruşma
Çapraz Sorgu
Davacı - Davalı
Karşı Davacı - Karşı Davalı
Sanık - Mağdur - Müşteki (Şikâyetçi) - Müdahil - “SZG”
Müdafi - Vekil
Soruşturma - Takipsizlik (KYO) Kararı - İddianame - Kovuşturma
Şüpheli (Zanlı) - Sanık - Hükümözlü - Mahkum
Arama - Yakalama - Suçüstü (Cürm-ü Meşhud) - Gözaltı (Nezaret) - Gözlem Altı (Müşahede) - Tutuklama (Tevkif)
El Koyma - Müsadere
Tahliye (Salıverme) - Beraat - Davanın Düşmesi - Davanın Reddi - Davanın Kabulü - Kısmen Kabulü
Temyiz - İstinaf - Yüksek Yargı - İçtihatı Birleştirme Kararı (İBK)
İcra - İnfaz - Haciz - Şartlı Tahliye (Koşullu Salıverme)
UYAP (Ulusal Yargı Ağı Projesi)
A) YASALAR (KANUNLAR) VE “MEVZUAT”
Devletimizin binlerce yasası vardır. Her yasa konusuna göre adlandırılır: Örneğin, “Ceza Yasası”, “Kira Yasası”, “Bankalar Yasası”, vb. Ayrıca, her yasaya özel bir numara verilir: Örneğin, “6570 sayılı yasa (Kira Yasası)”, “647 sayılı yasa (Ceza İnfaz Yasası)”, vb. Bazı yasalar kısadır; yalnızca birkaç maddeden (cümleden) ibarettir. Bazı yasalar ise uzundur; yüzlerce sayfa tutar, bazen binden fazla madde içerir.
Yasaları Türkiye Büyük Millet Meclisi (“TBMM”) yapar. Kısaca “Meclis” veya “Parlamento” da deriz. Bazı ülkelerde, “kongre”, “senato”, “avam (halk) kamarası”, “lordlar kamarası”, vs. aynı anda birkaç meclis vardır. Yurdumuzda böyle farklı meclisler yoktur; Meclis tektir.
Yasaları yaparken, milletvekillerimiz (mebuslarımız) beraberce, ortaklaşa karar verirler. Ama genellikle milletvekillerimizin hepsi anlaşamaz; yani, “oybirliği” sağlanamaz. Sonuçta, yasalar milletvekillerinin yalnızca belli bir çoğunluğunun istediği şekilde çıkar. Azınlıkta kalan milletvekillerinin istekleri reddedilmiş olur.
TBMM dışında hiç kimse yasa çıkaramaz. Tek başına cumhurbaşkanı veya başbakan ya da topluca bakanlar kurulu (yani, hükümet) dahi yasa çıkaramaz.
Yasaları çıkarma yetkisine (gücüne), “yasama erki” (eski tabirle, “teşri kuvveti”) denir. İşte bu yasama erki, TBMM’ye aittir. Ama, TBMM’nin dahi yasa yapma yetkisi sınırsız değildir. TBMM herhangi bir yasayı çıkardıktan sonra, Anayasa Mahkemesi o yasayı kısmen (yani, sadece bazı maddelerini) veya tamamen iptal edebilir (yani, geçersiz sayar, yürürlükten kaldırır).
Çıkarılmış olan yasaları uygulama (tatbik etme) yetkisine (gücüne), “yürütme erki” (eski tabirle, “icra kuvveti”) denir. Yasaları çiğneyenleri (ihlal edenleri) yargılama (muhakeme etme) yetkisine (gücüne) ise, “yargı erki” (eski tabirle, “kaza kuvveti”) denir.
Bütün medeni devletlerde aynen bu şekilde üçlü gruplandırma (sınıflandırma) vardır. Yani, devleti oluşturan yalnızca bu üç (3) kuvvet (yasama, yürütme ve yargı) vardır. Bu üç kuvvet dışında hiçbir kuvvet yoktur, olamaz; yeni bir kuvvet yaratılamaz. Örneğin, siyasi partiler, askerler, polisler, avukatlar, basın (yani, gazeteciler, televizyoncular, medya, vb.), bankalar, holdingler, şirketler, dernekler, vakıflar, sendikalar, üniversiteler, profesörler, köylüler, çiftçiler, işçiler, esnaflar, tacirler, tarikatlar, cemaatler, mezhepler, şeyhler, dervişler, müritler, vs. hiçbiri birleşerek veya ayrı ayrı, kendi aralarında, dördüncü, beşinci, altıncı, vs. şekilde hiçbir yeni devlet kuvveti kuramazlar. Yani, devletin yukarıda saydığım üç yetkisi (yasama, yürütme ve yargı) dışında kendi kendilerine devletin içinde yeni bir yetki (kuvvet) alanı oluşturamazlar.
Ancak, dernekler, vakıflar, sendikalar, üniversiteler, siyasi partiler, basın, vb. kurumlar elbette toplumsal yaşamımızda etkilidirler. Bunlara, “baskı grupları” denir. Günümüzde, “sivil toplum kuruluşları” (STK’lar), başka bir deyişle, “sivil toplum örgütleri” (STÖ’ler) vardır. Bunlar özellikle dernekler, vakıflar ve sendikalardır. Yasal ve meşru yollardan devletin siyasetini, ekonomik yönetimini, sağlık, öğrenim, vb. pek çok alanı etkilemeye çalışırlar. Bunu yapmak yasak değildir.
Yukarıda saydığım üç yetki (yasama, yürütme ve yargı), mutlaka ayrı kişilerde, birbirinden farklı devlet kurumlarında (kamu makamlarında) olur. Bu güçlerden ikisi veya üçü tek bir kişiye, tek bir devlet kurumuna bağlanamaz. Eskiden, krallar, padişahlar, sultanlar veya soylular sınıfı, aristokrat senatoları, aşiret meclisleri, vs. varken, bazen iki yetki, hatta bazen üç yetkinin hepsi birden, tek bir kuruma, hatta bazen de tek bir kişiye bağlı olabiliyordu. Örneğin, bir kral, kuralları (yasaları) hem kendisi koyuyordu, hem istediği zaman keyfine göre kendisi değiştiriyordu, hem kendisi uyguluyordu (sözlü veya yazılı emirler veriyordu), hem de kuralları çiğneyenleri yine bizzat kendisi yargılayıp cezalandırıyordu. Böyle krallar, sultanlar, vb. artık yalnızca çok geri kalmış ülkelerde görülebilir. Çağdaş ülkelerde, tabi ki bizim yurdumuzda da, halk bu şekilde yönetilmez.
Devlet başkanımız”, cumhurbaşkanımızdır. Aynı anda iki veya daha fazla kişi cumhurbaşkanı olamaz. Yani, devletimizin başında yalnızca tek bir kişi bulunur. Yukarıda belirttiğim “yürütme” yetkisi, cumhurbaşkanımıza aittir. Ama, fiiliyatta, kendisi bu yetkiyi “hükümete”, daha doğrusu, başbakana bırakır (devreder).
Hükümet başkanımız”, başbakanımızdır. Yani, hükümetimizin başında da tek bir kişi vardır; iki kişi birden başbakan olamaz. Başbakan, “bakanlar kurulunun” da başkanıdır. Cumhurbaşkanının fiilen başbakana devrettiği yürütme yetkisini, başbakan tek başına kullanmaz, kendisi de bu yetkisini fiilen bakanlarıyla beraberce, bölüşerek kullanır. Ama, tabi son söz başbakanındır.
TBMM’nin (Meclis’in) de bir başkanı vardır, ona “Meclis Başkanı” deriz. Ama, Meclis Başkanı Meclis’i yönetmez, yani Meclis’e karşı üstün bir yetkisi yoktur. Genelde, Meclis’teki oturumları, tartışmaları, görüşmeleri, oylamaları yönetir, yani adeta tarafsız bir hakem gibidir.
Meclis’te beş yüz elli (550) milletvekili (mebus) için yer vardır. Ölüm, istifa, vb. nedenlerle yerler boşalırsa, sonraki seçimlerde yerler yeniden doldurulur. Seçim yapılmadan, herhangi bir vatandaş boşalan yere milletvekili olarak atanamaz. Yasama erki, bir anlamda işte bu 550 milletvekili arasında eşit şekilde bölüşülmüştür.
Mevzuat: Yasaların nispeten daha az önemli ve daha ayrıntılı olanları, “tüzük”, “yönetmelik”, vb. kurallardır. Bunlara topluca, özetle “mevzuat” denir.
Aynen askeri hiyerarşideki gibi (onbaşı, yüzbaşı, binbaşı, vb.), yasa ve mevzuat arasında da hiyerarşi (ast - üst, memur - amir ilişkisi) vardır. En üstte Anayasa vardır. Önemine göre, büyükten küçüğe doğru, şöyle sıralanır:
1) Anayasa (Teşkilatı Esasiye Kanunu, Kanunu Esasi): Her devletin yalnızca bir tane anayasası olur. Bazı devletlerde, örneğin İngiltere’de anayasa yoktur. Padişahlık biterken, cumhuriyet kurulurken ve kurulduktan sonra, bugüne kadar çeşitli anayasalarımız olmuştur. Anayasalarımız hangi yıl yapıldıysa ona göre adlandırılır (“1921 Anayasası”, “1924 Anayasası”, “1961 Anayasası”, vb.). Son anayasamız, yani bugün geçerli (yürürlükte) olan anayasamız, 1982 Anayasası’dır. İlk defa 1982 yılında çıkarılmıştır ama bugüne kadar pek çok maddesi çeşitli yıllarda değiştirilmiştir; yine de adının başında “1982” yazılır. 1982 Anayasası’ndan önceki anayasalarımız artık yürürlükten kalkmıştır (yani, artık geçersizdir).
2) Yasalar (Kanunlar): Yasalar Anayasa’ya uygun olmak zorundadır. Yani yasalardaki kurallar Anayasadaki kurallarla çelişik (çatışmalı) olmamalıdır, birbirlerine ters düşmemelidir. Yasaların altında kalan kurallar da (tüzük, yönetmelik, vs. mevzuat) yasalara uygun olmak zorundadır. Örneğin, herhangi bir yasada “18 (on sekiz) yaşından küçüklere otomobil kullanma ehliyeti verilmez” diye bir yasak yazıyorsa, yasanın altındaki herhangi bir tüzükte, yönetmelikte, vs. “17 (on yedi) yaşındakilere de ehliyet verilebilir” diye bir serbestlik tanınamaz, çelişkili kural getirilemez. Tersi şekilde, “yalnızca 21 (yirmi bir) yaşından büyüklere ehliyet verilir” diye yasaya aykırı bir kısıtlama da getirilemez. Çünkü, yasa gerekli yaşı (18) kesin olarak belirlemiştir. Aşağı veya yukarıya oynatılamaz. Kısacası, aynen memur - amir ilişkisi gibi, alttaki kural üstteki kurala uymak zorundadır.
3) “Kanun Hükmünde Kararnameler”, Kararnameler, Tüzükler (Nizamnameler): Bunları genelde hükümet (başbakan ve bakanlar kurulu beraberce) çıkarır. Hepsi, bir üstteki yasaya (bazen, “çerçeve yasa” denir) uygun olmak zorundadır. Tüzük yapmak için Danıştay’ın o konuda önceden iznini (yazılı onayını) almak gerekir.
4) Yönetmelikler: Bunları genelde tek tek bazı bakanlar (bakanlıklar) veya nadiren de olsa birkaç bakanlık birlikte çıkarır. Herhangi bir yönetmelik çıkarmak için Danıştay’ın önceden iznini (yazılı onayını) almak gerekmez. Ama Danıştay sonradan o yönetmeliği kısmen (yani, sadece bazı maddelerini) veya tamamen iptal edebilir (yani, geçersiz sayar, yürürlükten kaldırır).
5) Tebliğler, Sirkülerler, Genelgeler, Özelgeler, vb.: Bunları, devletin çeşitli organları, yani cumhurbaşkanı, başbakan, bakanlar, müdürler, müsteşarlar, vs. yetkililer çıkarabilir.
Yasalar Yazılı Olur (Halka İlan Edilir) - Resmi Gazete (RG)
Yasalar ve mevzuat mutlaka yazıya dökülür, yani yazılı olur, sözlü olmaz. Yalnızca herhangi bir yerde (halka açık konuşma, miting, radyo veya televizyon duyurusu, vs.) sesli olarak okunup vatandaşların hepsine ilan edilmiş varsayılamaz. Her vatandaşın bütün yasaları ve mevzuatı bulmak, okumak, öğrenmek hakkı vardır.
Yazılı olma zorunluluğu, özellikle “ceza hukuku” bakımından önemlidir. Çünkü, ceza hukuku, vatandaşın hayatında diğer hukuk sahalarına göre daha ağır (ciddi) sonuçlar doğurur.
Evlenme, boşanma, velayet, vesayet, evlat edinme, miras, ticaret, bankacılık, sigorta, kredi, borç, alım - satım, kira, işçi - işveren hakları, sendikalar, dernekler, vakıflar, vs. gibi hukuksal meseleler, genelde para kaybı veya kazanılması, yani tazminat ödenmesi, işten veya üyelikten çıkarılma, vb. sonuçlara yol açar. Ama, bu meselelerin hiç birinin sonunda tutuklanmak, hapse girmek yoktur (bazı çok istisnai durumlar hariç, örneğin, karşılıksız çek yazmak, vb.). Oysa, ceza hukukuyla ilgili meselelerin sonunda, tutuklanmak ve hatta mahkum olup hapis yatmak söz konusu olabilir.
Bu nedenle, bütün vatandaşlarımız özellikle ceza yasalarımızı önceden bilmek, okumak, öğrenmek hakkına sahiptir. Hiçbir vatandaş, bir ceza yasasını çiğneyip de yakalandığında, “ben bunun suç olduğunu bilmiyordum” diyemez. Daha doğrusu, “bilmiyordum” diyerek kendisini savunamaz, cezadan kurtulamaz. Bütün çağdaş ülkelerde aynı kural vardır. Yani, yalnızca bizim devletimizin uydurduğu, zalimane bir kural değildir.
Bu kuralın vatandaşlar için avantajı da vardır. Şöyle ki, ceza yasaları bazen değişir. Eskiden yasak (suç) sayılan bir fiil (eylem), gün gelir yasak olmaktan çıkar. Örneğin, eskiden bizde “zina” suç sayılırdı. Sonra ceza yasası değişti ve bugün artık zina “suç” değildir (tabi, aldatılan eşe boşanmak hakkı verir, o başka). Zina suçu işlediği için yargılanmakta olan, hatta mahkum olmuş olup da hapiste yatmakta olan herkes yasak kalktığı için artık suçlu sayılmaz, cezaları düşer (silinir). Şimdi, ceza yasası yeniden değiştirilse ve zina tekrar yasaklansa, geçmişte zina işlemişseniz, suçlu sayılmazsınız. Ancak, yeni yasa yürürlüğe girdikten sonra zina işlerseniz suçlu sayılırsınız.
Daha ayrıntılı bir örnek vereyim: Bugün, medeni nikâh kıydırmadan önce, dini nikâh (imam nikâhı, kilise nikâhı, vb.) kıydırmak suçtur. Yani, bir kişiyle imam nikâhı yapmadan önce, o kişiyle mutlaka medeni nikâh yapmak (resmi evlilik işlemi yaptırmak) zorundasınız. Medeni nikâhla evlendikten sonra, isterseniz imam nikâhı da yaptırabilirsiniz. Varsayalım ki, siz bugün yasaya uygun olarak önce resmi evlilik yaptınız, sonra da imam nikâhı kıydırdınız. Hemen yarın, ceza yasası değişse ve artık imam nikâhı yaptırmak tamamen yasaklansa, suç işlemiş sayılmazsınız. Çünkü, ALEYHİNİZDEKİceza yasası kuralları, GERİYE YÜRÜMEZ; yani, geçmişe doğru etki yapmaz. Yalnızca, geleceğe etkilidir.
Tersi örnek de geçerlidir. Varsayalım ki, bugün imam nikâhı tamamen yasak olsun. Siz bu yasağı çiğneyip imam nikâhı kıydırıp da yakalanırsanız, yargılanmaya başlarsınız. Sizin yargılandığınız sırada, ceza yasası değişip de imam nikâhı serbest bırakılırsa, siz de artık yargılanmaktan kurtulursunuz. Çünkü, LEHİNİZDEKİceza yasası kuralları, GERİYE YÜRÜR; yani, geçmişe doğru etki yapar. Yalnızca geleceğe değil, geçmişe de etkilidir. Bir anlamda, sizin için geçmişe dönük olarak “af” çıkmış olur. Hatta, yargılanmanız bitmiş ve diyelim ki mahkum edilip hapse girmiş bile olsanız, yeni yasa imam nikâhını serbest bıraktığı için, hemen hapisten çıkarılırsınız. Hapis cezanız derhal iptal edilir, hatta adli sicil kaydınız da değiştirilir, bu suçla ilgili olarak siciliniz temizlenmiş olur (Not: Yasaya aykırı olarak imam nikâhı yapılırsa, hem erkek, hem kadın, yani eşlerin her ikisi de, ve hem de imam suçlu olur).
Resmi Gazete (RG): Yasalar ve mevzuatın çoğu, çıkarıldıktan (yazıldıktan) sonra bütün halkımıza duyurulmak için yayınlanır. Yayınlanmazsa, yürürlüğe giremez, yayınlanana kadar geçerli olmaz. Devlet, her gün (milli ve dini bayramlar hariç) Ankara’da “Resmi Gazete” basar ve bütün yurtta dağıtır. Bazı günler, birden fazla Resmi Gazete yayınlanabilir. Bunlara “mükerrer” denir. Yasalar ve mevzuat dışında başka bazı resmi konular da (bazı mahkeme kararları, uluslararası anlaşmalar, kamu ihaleleri, vb.) Resmi Gazete’de yayınlanır. Amaç, bütün vatandaşları yasal konulardan, resmi işlerden haberdar etmektir.
Dikkat! Resmi Gazete’de yasaların ve mevzuatın hepsi yayınlanmaz. Bazıları gizlidir, bu yüzden yayınlanmaz. Bazıları da önemsiz olduğu için yayınlanmaz.
Resmi Gazete, bütün vatandaşlara tek tek dağıtılmaz. Bedava değildir, ücretle satılır. Ama, bakkalda, markette, vs.’de satılmaz. Baştan peşin para ödeyip gazeteye abone olmak lazımdır.
Resmi Gazete’leri İnternet’te aşağıdaki bağlantıdan ilgili tarihlerine göre arayarak okuyabilirsiniz:
Uluslararası Anlaşmalar (Sözleşmeler, Konvansiyonlar)
Her devlet gibi, bizim devletimiz de, kendi isteğine bağlı olarak, başka devletlerle anlaşmalar (sözleşmeler) yapabilir; yeni hukuk kuralları kabul edebilir. Bu uluslararası hukuk kuralları, yalnızca devletin resmi organlarını değil, bazen doğrudan doğruya vatandaşlarımızı da (bireyleri de) olumlu veya olumsuz olarak etkileyebilir. Çünkü, bu uluslararası hukuk kurallarının bazıları “otomatik” olarak devletimizin yasaları arasına katılmış olur.
Hatta, böylece kabul edilen uluslararası hukuk kuralları, bir anlamda kendi yasalarımızdan da üstün olur. Çünkü, Anayasa Mahkemesi, bazı yasalarımızı (yani, Anayasa’ya aykırı düşen kendi yasalarımızı) iptal etme yetkisine sahiptir ama uluslararası anlaşmaları, Anayasa’mıza aykırı düşseler bile, iptal etme yetkisine sahip değildir. Kısacası, devletimizin imzaladığı bir uluslararası anlaşma, Anayasa’ya aykırı düşerse, Anayasa’mız çiğnenmiş olur, uluslararası anlaşma Anayasa’mıza üstün gelmiş olur.
Örneğin, bugün ülkemizde on sekiz (18) yaşındakilerin veya daha büyüklerin devletin resmi ruhsatına sahip genelevlere, randevu evlerine, vs. gitmesi serbesttir (kanunen yasak değildir). Devletimiz, uluslararası bir anlaşma imzalasa ve o anlaşmada, “bütün genelevler kapatılacaktır, genelev işletmek, genelevde çalışmak, geneleve müşteri olarak gitmek, vs. hepsi yasaktır”, şeklinde bir kural (yasak) yazılı olsa, artık bu yeni kural bizim de yasamız sayılır, hatta daha üstün sayılır. Çünkü, eğer bizzat bizim devletimiz böyle bir yasak getirseydi, belki Anayasa Mahkemesi bu yasayı iptal edebilirdi (yasağı kaldırabilirdi). Ama, böyle bir yasak artık devletimizin kabul ettiği (imzaladığı) uluslararası bir anlaşmada yazılan bir kural olursa, Anayasa Mahkemesi bu yasağı kaldıramaz (kuralı iptal edemez).
B) MAHKEMELER
Yazımın en başlarında belirttiğim gibi, devletimizde “yasama”, “yürütme” ve “yargı” olmak üzere, üç kuvvet (yetki) vardır. Tekrar hatırlatmak gerekirse, yasama yetkisi, TBMM’ye (Meclis’e) aittir. Bu yetki, adeta beş yüz elli milletvekilimiz arasında eşit olarak paylaşılmıştır. Yani, yasama yetkisinin sahibi tek bir kişi değildir. Oysa, yürütme yetkisi’nin sahibi, tek bir kişidir, o da cumhurbaşkanımızdır. Ama, yine yazımın en başlarında belirttiğim gibi, cumhurbaşkanımız bu yetkisini fiilen başbakana devretmiştir. Başbakanımız da, devraldığı bu yetkiyi, fiilen bakanlar kuruluyla beraber kullanır. Basitçe tekrarlarsak, cumhurbaşkanı, bir devlet dairesindeki müdür gibidir. Kendisine bir “vekil” (müdür muavini, müdür yardımcısı) atamıştır. İşte bu kişi başbakandır. Müdür yardımcısı da işleri emrindeki memurlar (yani, bakanlar) vasıtasıyla görür.
Devletin “yargı” yetkisine gelirsek, bu kuvvetin başında da tek bir kişi yoktur. Bu yetki, yurdumuzdaki mahkemelerimizin (yani, yargıçlarımızın) hepsi arasında paylaşılmıştır. Kısacası, yargı yetkisi, binlerce yargıcımız arasında eşit şekilde bölüşülmüştür. En temel ilke (prensip) şudur ki, yargı yetkisi (kuvveti) bakımından, hiç kimse (adalet bakanı ya da başbakan ve hatta cumhurbaşkanı bile) yargıçlarımızın hiç birinden daha üstün değildir. Ayrıca, hiçbir yargıcımız da bir başka yargıcımıza karşı üstün değildir. Yani, yargıçlar da kendi aralarında eşittir. Her yargıç bağımsızdır, özerktir. Basit bir benzetme yaparsak, her yargıç bağımsız bir prens gibidir. Kraldan bile emir almazlar. Her prensin kendi toprağı, kendi yetki sahası vardır. Ne kral ne de diğer prensler bir başka prense karışamaz.
Tekrarlıyorum ki, mahkemelerimiz tek bir merkezden yönetilmez, tek bir başkanları (baş yargıç, vb. bir kişi) yoktur. Şimdi, mahkemelerimizin görev ve yetkilerini inceleyelim.
Genel Sınıflandırma
Mahkemelerimiz, dava konuları ve kendi aralarındaki yetki dağılımına göre, çok çeşitlidir. Hepsinin farklı adı vardır. Örneğin, Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Danıştay, Askeri Yargıtay, Askeri Yüksek İdare Mahkemesi, Ankara Bölge İdare Mahkemesi, İstanbul Bölge İdare Mahkemesi, (vb. başka “bölge idare” mahkemeleri), Ankara 1. Ağır Ceza Mahkemesi, Ankara 2. Ağır Ceza Mahkemesi, vb., İstanbul 1. Ağır Ceza Mahkemesi, İstanbul 2. Ağır Ceza Mahkemesi, vb., illerimize ve ilçelerimize göre işte böyle “ağır ceza”, “asliye ceza”, “sulh ceza”, “asliye hukuk”, “sulh hukuk”, “idare hukuku”, “vergi hukuku”, “icra ve iflas hukuku”, “ticaret hukuku”, “iş hukuku (işçi - işveren anlamında)”, “tapu ve kadastro hukuku”, “aile hukuku (evlilik - boşanma, velayet, vb.)”, “tüketici hakları”, “çocuk hakları”, “deniz hukuku”, vs. adı altında pek çok mahkememiz vardır. Kısacası, bu şekilde sınıflandırırsak, yurdumuzda yaklaşık altı bin (6000) adet mahkeme bulunmaktadır.
Yurdumuzdaki nüfusun artmasına, il ve ilçelere göre dağılımına, dava sayısının azalıp çoğalmasına ve çeşitlenmesine, yargıç ve savcı kadrosuna ve sayısına ve başkaca pek çok ölçüte (kıstasa) göre, devletimiz istediği zaman yeni mahkemeler açabilir, istediklerini kapatabilir, istediklerini birbiriyle birleştirebilir, istediklerini birbirinden ayırabilir, vs.
Bütün illerimizde, her çeşit mahkeme bulunmaz. Nüfusu az olan illerimizde, az sayıda mahkeme bulunur. Çünkü, nüfus bakımından küçük illerimizdeki dava sayısı azdır. Nüfusu kalabalık olan illerimizde, daha fazla sayıda ve çok çeşitte mahkeme bulunur. Çünkü, büyük illerimizde dava sayısı çoktur.
Örneğin, bazı illerimizde bir tane ağır ceza mahkemesi bulunabilir. Ama daha kalabalık illerimizde, genelde ilçelere göre dağılmış olarak, beş, on, hatta yirmi veya daha fazla ağır ceza mahkemesi bulunabilir. Tabi, büyük illerimizde de, her ilçede ağır ceza mahkemesi bulunmaz; kalabalık ilçelerde ağır ceza mahkemeleri bulunur, küçük ilçelerdeki ağır ceza davaları büyük ilçelerdeki ağır ceza mahkemelerinde görülür. Benzer şekilde, her ilimizde “Bölge İdare Mahkemesi” bulunmaz. Bu mahkemeler yalnızca büyük illerimizde bulunur. Bugün için yaklaşık otuz (30) ilimizde Bölge İdare Mahkemesi bulunmaktadır. Kısacası, mahkemelerin yurt çapındaki sayısı, çeşiti ve dağılımı, nüfus ve dava sayısına göre belirlenir.
Elbette, örneğin, eğer ağır ceza mahkemesi bulunmayan bir ilçemizde ağır ceza suçları çok artarsa, devletimiz o ilçede de bir ağır ceza mahkemesi açabilir. Amaç, vatandaşa kolaylık sağlamaktır. Çünkü, ağır ceza mahkemesi açılmazsa, küçük ilçedeki ilgili vatandaşlarımız ağır ceza davaları için her defasında başka ilçeye gidip gelmek zorunda kalır.
Mahkemelerimiz (yargıçlarımız), en temel ilke (prensip) olarak, yukarıda belirttiğim üzere, birbirlerinden bağımsızdır, özerktir. Hiçbiri, bir diğerine üstün değildir. Ama yine de, dava konusu açısından bakarsak, aralarında derece (alt - üst ilişkisi) vardır. Aşağıdan yukarıya doğru, basit bir şekilde şöyle sıralanabilir:
Sulh” mahkemeleri (“sulh hukuk” ve “sulh ceza” olarak ikiye ayrılır): En basit (kolay, az karmaşık olan, para değeri düşük veya vatandaşı ilgilendiren meselenin önemi az olan, hiç hapis cezası olmayan veya kısa hapis cezası olan, vb.) davalara bakar. Sulh ceza davalarında, duruşmada savcı bulunmaz.
Asliye” mahkemeleri (“asliye hukuk” ve “asliye ceza” olarak ikiye ayrılır): Sulh mahkemelerine nispeten daha önemli davalara bakar. Asliye ceza davalarında, duruşmada savcı da bulunur.
Ağır ceza” mahkemeleri: En ciddi (ağır) suçlara bakar. Bu nedenle, ağır ceza mahkemelerimizde, bir (1) yargıç değil, üç (3) yargıç bulunur. Amaç, davanın (suçun) ciddiyeti nedeniyle, meselenin çözümlenebilmesi için bir’den fazla yargıcın mesai harcaması ve yargıçlardan herhangi birinin ön yargılı (tarafgir) olmamasını (keyfi davranmamasını) sağlayabilmektir.
Mahkemelerimizin çeşitlerinde, adlarına dikkat etmek gerekir. Hepsi birbirine paralel gitmez. Örneğin, “ağır ceza mahkemesi” diye bir mahkeme çeşiti vardır, ama “ağır hukuk mahkemesi” diye bir mahkeme çeşiti yoktur. “Sulh idare mahkemesi” veya “asliye idare mahkemesi” diye bir mahkeme çeşiti de yoktur. Normal vatandaşın bu teknik ayrıntıların hepsini bilmesi şart değildir. Bunları bilmek, davaları bu mahkeme çeşitlerine göre açmak, avukatların işidir.
Yalnız, vatandaşlarımız özellikle şu konuda dikkatli olmalıdır: Önceden bir avukata (veya başka bir uzman hukukçuya) danışmazsanız, bu yüzden davanızı yanlış mahkemede açarsanız, yargıç davanızı reddeder (bir anlamda, davayı kaybetmiş olursunuz); boşuna zaman ve para harcamış olursunuz. Hatta, bazen hakkınızı tamamen kaybedersiniz. Sonradan doğru (yetkili) mahkemede dava açsanız bile, artık süreyi kaçırmış olduğunuz için, hakkınız tamamen geçmiş (zaman aşımına uğramış, bitmiş) olur.
Adliye Binalarımız
Mahkemelerimiz, resmi devlet binalarında bulunur. Davalar bu binalarda görülür; duruşmalar bu binalarda yapılır. Sokakta, lokantada, parklarda, bahçelerde, taşıt araçlarında (gemide, uçakta), vs. mahkeme kurulmaz, dava görülmez, duruşma yapılmaz.
Bazı durumlarda, mahkemelerimiz (yani, yargıçlarımız) delil toplamak için, adliye binası dışına da (sokak, ev, iş yeri, dükkân, okul, hastane, vs.) gidebilirler, oralarda resmi işlemler de yapabilirler (ilgili kişilerden bilgi alırlar, tutanaklar tuttururlar, vs.). Buna “keşif” denir.
Başka bir resmi devlet kurumunun olduğu yerde (mekânda) mahkeme olmaz. Örneğin, Başbakanlık veya Adalet Bakanlığı binasında, herhangi bir ilimizin valilik binasında (vilayet konağında), herhangi bir ilçemizin kaymakamlığında, il veya ilçe emniyet müdürlüklerinde, askerlik şubelerinde, belediye binasında, tapu veya nüfus müdürlüğünde, devlet hastanesinde, vs. mahkeme olmaz.
Örneğin, herhangi bir vatandaşımız, “ben valiye giderim, konuşurum, derdimi anlatırım, olmazsa ona dilekçe veririm, dava açarım”, diye düşünmemelidir. Dava açmak için mutlaka ilgili mahkemeye gitmek gereklidir. Valiye dilekçe vermekle dava açılmaz. Vilayet binasının içinde mahkeme de bulamazsınız. Mahkemenin bulunduğu binaya gidip davanızı orada açmalısınız.
Adliye binalarında pek çok departman, daire, birim, oda bulunur. Örneğin, yargıçlarımızın ve savcılarımızın çalışma odaları (makamları), onlara yardımcı olmak üzere, bir anlamda sekreterlik (yazı işleri, kâtiplik) hizmeti sağlayan “kalem” odaları, duruşma salonları, müracaat savcılığı, nöbetçi savcılık, dosyaların saklandığı arşiv deposu, vatandaşın adli sicil kayıtlarını çıkartabileceği odalar, baro odaları, fotokopi, faks, bilgisayar ve internet odaları, vestiyer, delillerin muhafaza edildiği adli emanet bürosu, mahkeme harçları için para yatırma veznesi, acil durumlar için sağlık ilk yardım odası, polis odası, kütüphane, postane (PTT), yemekhane, çayhane (çay ocağı), büfe (tost, sandviç, ayran, vs.), kafe, tuvaletler, vb. pek çok yer vardır.
Tabi, bunların hepsi her mahkememizde (her adliye binasında) bulunmaz. Küçük adliyelerde bunların bazıları bulunur, büyük adliyelerde, hepsini bulabilirsiniz.
Adliye Çalışanları (Adli Personel)
Adliyelerimizde genel olarak karşılaşacağınız kişiler, yargıçlar, savcılar, başsavcı, icra/iflas müdürleri ve memurları, kalem müdürleri ve memurları, zabıt (tutanak) kâtipleri, mübaşirler, emniyet görevlileri (“kolluk kuvveti”, yani polisler), arşiv memurları, odacılar, çaycılar, vb. görevlilerdir. Bu kişilerin çoğu devlet memurudur. Sınavla seçilirler, kurs ve staj görürler, çeşitli memuriyet görevlerine atanırlar, yurdumuzun çeşitli yerlerinde görev yaparlar, zaman zaman yeniden sınava girerler, terfi ederler, daha üst kademede memurluğa geçerler.
Adliyelerimizde yukarıda sayılanlar dışında en çok karşılaşacağınız kişiler arasında avukatlar, avukat stajyerleri ve hukuk fakültesi öğrencileri vardır. Avukatlar devlet memuru değillerdir (istisnaen, memur olanlar da vardır). Ama yine de Avukatlık Kanunu’na göre, “kamu hizmeti” yaptıkları varsayılır ve nispeten “resmi” görevli sayılırlar.
Avukatlar, “serbest meslek mensubu” sayılırlar. Genelde, kendi büroları vardır. Ama, bazı avukatlar kendi adına çalışmaz, bir başka avukatın yanında veya herhangi bir şirkette, dernekte, vakıfta, vb. özel kurumlarda sigortalı olarak (bir anlamda, “işçi” olarak) çalışırlar.
Bazı avukatlar, isterlerse devlet memuru da olabilirler. Bunun için özel sınava girerler, kurs ve staj görürler, sonra devlet adına avukatlık yapmaya başlarlar. Artık onlar da resmen devlet memuru sayılırlar (örneğin, “Hazine avukatları”).
Kalem Müdür ve Memurları: Yukarıda da belirttiğim üzere, yargıçlarımız ve savcılarımıza yazı işlerinde (müzekkere yazılması, tutanak tutulması, çeşitli devlet daireleriyle muhaberat (haberleşme), fotokopi çekilmesi, dosyaların düzenlenmesi, vb. işlerde) yardımcı olmak üzere bir anlamda “sekreterlik” (kâtiplik) görevi gören memurlar vardır. Bu memurlar, adliyelerde “kalem” adı verilen odalarda görev yaparlar. Bir kalem odasında genelde birkaç memur çalışır ve bunların başında bir de kalem müdürü bulunur.
Genelde, her mahkemenin (örneğin, Ankara 1. Asliye Hukuk Mahkemesi, Ankara 2. Hukuk Mahkemesi, vs.) ayrı kalemi (yani, kalem odası) olur. Kalemler de örneğin şöyle adlandırılır: “Ankara 1. Asliye Hukuk Mahkemesi Kalemi”, “Ankara 2. Asliye Hukuk Mahkemesi Kalemi”, vs.
Savcılarımız, başsavcılarımız, icra müdürlerimiz için de aynı şekilde onlara yardımcı olmak üzere ayrı kalem odaları vardır.
Duruşma yapma, ifade alma, keşif yapma, vb. iş ve işlemler dışında, vatandaşlarımız dilekçelerini sunarken, sözlü açıklamalar yaparken, sorular sorarken, bilgi talep ederken, vs. işlerde normal olarak yargıçlarımız ve savcılarımız vatandaşla doğrudan muhatap olmazlar. Vatandaş, bu işlemlerini kalem odasında bulunan memurlar vasıtasıyla yapmak zorundadır. Kısacası, istisnai durumlar dışında, vatandaş doğrudan yargıçların, savcıların odalarına girerek dilekçeler veremez, belgeler sunamaz, sorular soramaz, bilgi alamaz.
Bunun nedeni, yargıç ve savcılarımızın mesailerinin gereksiz (yani, sekreterlik işlerine bakan kalem memurlarının kolayca halledebileceği) işlerle bölünmemesidir. Ayrıca, bazen yargıç ve savcılarımız odalarında bulunmayabilirler. Çünkü, duruşmada olabilirler, adliye dışında keşfe gitmiş olabilirler, vb. daha pek çok işleri olabilir. Bazen saatlerce, hatta günlerce odalarında bulunamayabilirler. Oysa, ilgili kalem memurlarını mesai saatleri içinde her zaman odalarında bulabilirsiniz. Bu sayede, vatandaşlar boşuna saatlerce beklemeden, zaman kaybetmeden, resmi işlemlerini kalem memurlarıyla halledebilirler.
Mübaşirler: Mübaşir adı verilen memurlar da bir kaleme bağlı çalışırlar. Genelde dosyaların muhafazası, sıralanması, getirilip götürülmesi, taşınması, vb. işlere bakarlar.
Ayrıca, duruşma görülürken genelde duruşma salonunda emre hazır bir şekilde beklerler, duruşmayı yöneten yargıcın çeşitli emirlerini yerine getirirler, duruşmaların sırasına göre ve düzenli (disiplinli) bir şekilde yapılmasını sağlarlar, her davanın duruşmasından hemen önce duruşmanın az sonra başlayacağını yüksek sesle duyurarak ilgili tarafların (davalı, davacı, şüpheli, sanık, mağdur, vb.) ve tanık, avukat, vb. diğer ilgililerin duruşma salonuna çağrılmaları, salona alınmaları, duruşmadan sonra salondan çıkarılmaları, vb. işleri görürler.
Yazının devamı iki bölüm olarak aşağıdaki bağlantı adreslerindedir:
Yazının tümünü tek parça halinde ve farklı bir formatta aşağıdaki bağlantı adresinde de bulabilirsiniz:
Tahsin Dirse Yalçın
25 Ocak 2011

Vatandaş İçin Basit Hukuk Bilgileri (2)


Yazının önceki bölümü aşağıdaki bağlantı adresindedir:
Yazının tümünü tek parça halinde ve farklı bir formatta aşağıdaki bağlantı adresinde de bulabilirsiniz:
C) YARGIÇ (HAKİM) - SAVCI - AVUKAT
Adliyelerde, mahkemelerde, savcılıklarda, duruşmalarda, kısacası, genel olarak bütün “hukuk” dünyamızda, en önemli üç kişi (taraf), yargıçlar, savcılar ve avukatlardır. Yukarıda bu kişiler hakkında bazı bilgiler verdim. Şimdi başka bilgiler vereceğim.
Bazı Basit İstatistikler
Ülkemizde yaklaşık dört bin (4000) savcı ve sekiz bin (8000) yargıç görev yapmaktadır. Oysa, yargıç ve savcı toplam kadro sayısı, yaklaşık on beş bin (15.000) adettir. Yani, yaklaşık üç bin (3000) kişilik yargıç ve savcı açığımız bulunmaktadır. Aslında, boş kadrolar doldurulsa bile, 15.000 kişilik kadro ülkemizin nüfusuna ve dava sayısına göre çok azdır. Ülkemizin nüfusu yaklaşık yetmiş dört milyon (74.000.000)’dur. Ayrıca, açılmış ve sürmekte olan milyonlarca dava bulunmaktadır.
Çeşitli kaynaklarda belirtildiğine göre, Avrupa standartları esas alınırsa, toplam en az otuz bin (30.000) yargıç ve savcımız bulunmalıdır.
Nüfusumuza oranlarsanız, yaklaşık olarak, her on sekiz bin (18.000) vatandaşımıza yalnızca bir (1) savcı, her dokuz bin (9000) vatandaşımıza ise yalnızca bir (1) yargıç düşmektedir. Görüleceği üzere, vatandaşlarımızın ihtiyaçlarını karşılamak için gereken yargıç ve savcı sayısı çok azdır.
Maalesef, işte özellikle bu yüzden ülkemizde davalar çok uzun sürmektedir. Aslında, devletimiz, zaman geçtikçe, yargıç ve savcı sayısını arttırmaktadır. Örneğin, on (10) yıl önce, toplam yargıç ve savcı sayımız yaklaşık altı bin (6000) idi.
Elbette, hukuksal sorunlarımızı, davalarımızı çözmek için yalnızca yargıçlar ve savcılar görev yapmamaktadır. Yurdumuzda, avukatlar da, devlet memuru olmasalar bile, vatandaşların hukuksal sorunlarının büyük bir bölümünü çözmeye yetkilidirler ve böyle yapmaya da çalışmaktadırlar.
Avukatlık Kanunu’na göre, avukatlar da “kamu hizmeti” yapan kişiler arasındadırlar. Avukatlar, vatandaşlar arasındaki pek çok ihtilafı (uyuşmazlığı), daha dava aşamasına geçmeden halledebilmektedirler. Sulh (barış), uzlaşma, ihtarname/protesto çekmek, sözleşme, taahhütname yazmak, vb. yollar kullanabilmektedirler. İşte bu sayede, mahkemelerimizin, adli personelimizin, emniyet güçlerimizini (polisimizin), vb. kamu görevlilerimizin iş yükünü bir nebze de olsa hafifletebilmektedirler.
Ülkemizde ilgili il barolarına kayıtlı yaklaşık yetmiş bin (70.000) avukat bulunmaktadır. Ancak, bunların hepsi avukatlık mesleğini sürdürmemektedirler (faal değildirler, başka işler yapmaktadırlar, yazarlık, akademisyenlik, gazetecilik, siyaset, ticaret, vs.). Örneğin, İstanbul Barosu’na kayıtlı yaklaşık yirmi beş bin (25.000) avukat vardır ancak bunların yaklaşık beş bini (5000) fiilen avukatlık yapmamaktadır. Basit bir hesapla, İstanbul’daki avukatların yüzde yirmisi (%20) fiilen avukatlık yapmamaktadır.
Aynı yüzdelik oranı, ülkemizde barolara kayıtlı toplam avukat sayısına (70.000) oranlarsak, bugün ülkemizde fiilen avukatlık yapan yaklaşık elli beş bin (55.000) kişi bulunduğunu varsayabiliriz. Bu da demektir ki, ülkemizde her bin üç yüz (1300) vatandaşımıza bir (1) avukat düşmektedir. Görüleceği üzere, daha yukarıda yaptığımız hesaplamaya göre, aynen yargıç ve savcı sayımızın yetersizliği gibi, yurdumuzdaki avukat sayısı da yetersizdir.
Yargıçlar (Hakimler)
Yargıçlarımız, hukuk fakültesi mezunu olmak zorundadır (bazı idare mahkemeleri yargıçları istisna olarak iktisat, maliye, mülkiye, vb. mezunu olabilirler). Fakülteden mezun olduktan sonra, isterlerse devletin açtığı sözlü ve yazılı sınavlara girerler, kazanırlarsa devlet kadrosuna geçerler (memur olurlar). Sonra birkaç yıl kurs (staj) görürler. Daha sonra da, belirli bir kadro ünvanıyla ve memuriyet derecesiyle görevlerine başlarlar.
Genelde, öncelikle “adli” veya “idari” yargıç olarak ayrılırlar. Adli yargıçların bazıları da görevlerine önce “savcı” olarak başlar, bazıları mesleklerine savcı olarak devam eder, bazıları ise sonradan yargıçlığa geçirilirler.
Bilindiği üzere, çok çeşitli devlet memuru vardır. Devlet tabibi (doktor, hekim), öğretmen, emniyet görevlisi (polis), asker (subay, general, vb.), vali, kaymakam, vergi memuru, şoför, odacı, temizlik işçisi, vb. yüzlerce memur çeşiti vardır. Yukarıda belirttiğim üzere, yargıçlarımız da devlet memurudurlar ama diğer devlet memurlarının çoğuna göre bazı üstünlükleri, bazı özel hakları, ayrıcalıkları vardır.
En başta, bağımsız ve özerk olmaları, bazı özel “özlük haklarına” (maaş, tazminat, izin, vb.) sahip olmaları gelir. Çoğu devlet memuru, üstlerinin, amirlerinin emrine tabidir, çok sayıda emir ve talimat alırlar ve bunlara uymamazlık (yani, emir ve talimatları yerine getirmemezlik) edemezler. Aksi takdirde, disiplin cezası alırlar. Oysa, yargıçlarımıza emir ve talimat verebilecek kişi yoktur. Ama, elbette yargıçlarımız da yasalarla ve kendi mesleklerinin gerektirdiği disiplin kurallarıyla bağlıdırlar. Hatta, bu disiplin kuralları diğer mesleklere göre oldukça sıkıdır (ağırdır). Duruma göre, yargıçlar da disiplin cezası alabilirler, hatta meslekten atılabilirler. Belli bir yaştan sonra zorunlu olarak emekli edilirler. Yani, sağlıkları, zindelikleri, çalışabilme kabiliyetleri yerinde olsa ve kendileri mesleğe devam etmek isteseler bile, buna izin verilmez.
Savcılar (Cumhuriyet Savcıları)
Halk dilinde kısaca “savcı” deriz ama aslında, bugün, resmi ünvanları “Cumhuriyet Savcısı” şeklindedir. Eski tabirle, “müddeiumum”, yani, kamu, amme, halk adına iddiada (suçlamada) bulunan kişi demektir.
Savcılarımızın statüsü de yargıçlarımızınkine çok benzer. Savcılar da hukuk fakültesi mezunu olmak zorundadırlar. Mezuniyetten sonra sınavla devlet memuriyetine alınırlar ve yukarıda yargıçlar hakkında belirttiğim şekilde mesleklerine başlarlar ve ilerlerler.
Savcılarımız, genelde yalnızca “ceza hukuku” ile ilgili davalara, yani, suçlarla ilgili sorunlara bakarlar. Örneğin, terör, adam öldürme, yaralama, tecavüz (cinsel saldırı), hırsızlık, gasp (yağma), dolandırıcılık, sahtekârlık, kalpazanlık, rüşvet, kaçakçılık (silah, uyuşturucu, vs.), hakaret, iftira, vs. yüzlerce çeşit suç vardır. Oysa, yargıçlarımız, hem ceza davalarına hem de hayatımızın her alanını ilgilendiren diğer bütün davalara bakarlar. Örneğin, ticaret, alım-satım, kredi-borç, tapu (gayrımenkul, yani taşınmaz), kira, miras, boşanma, velayet, vesayet, işçi-işveren hakları, bankacılık, sigortacılık, vs. binden fazla dava çeşiti vardır.
Savcılar, görevleri icabı, vatandaşı “suçlayan” taraftır. Tabi ki, bu suçlamayı kamu, yani halk adına yaparlar. Suçlanan vatandaş, işlediği suçla, halka bir zarar vermiş sayılır (örneğin, gıda maddelerine zehir katmak, bir binayı bombalamak, orman yakmak, vs). Bazen, doğrudan bütün halka topluca herhangi bir zarar gelmemiş ve fakat, bir veya daha çok vatandaşımıza zarar gelmiş olabilir (örneğin, adam öldürmek, birinin malını çalmak, birine hakaret etmek, vs.). Bu durumda, savcı, bir veya daha fazla vatandaşımız adına, yani, onların haklarını savunmak için, başkaca bir veya daha fazla vatandaşımızı suçlar. Yani, bu gibi durumlarda savcı adeta vatandaşın avukatlığını yapar.
Örneğin, tecavüze (cinsel saldırıya) uğrayan bir kadın, isterse bir avukat tutar ve tecavüzcüyü bulmasını, yakalatmasını, mahkemede yargılatmasını, sonunda hapse attırmasını bu avukattan isteyebilir. Bunun karşılığında, tecavüze uğrayan kadın, normal olarak, avukata bir ücret ödemek zorundadır. Oysa, kadın istemezse avukat tutmaz. Avukat tutmak yerine, savcıya (veya isterse polise) şikayet eder ve savcı, avukatın normalde ücret karşılığı yapacağı yukarıda yazdığım bütün işleri tecavüze uğrayan kadının haklarını savunmak için “bedavaya” yapar. Tabi, savcılarımız da ücretlerini (daha doğrusu, maaşlarını) zaten devletten almaktadırlar.
Savcılarla yargıçlarımızın görevlerini ve yetkilerini basit bir şekilde karşılaştırırsak (mukayese edersek), yargıçlarımız, aynen savcılarımız gibi devlet memurudurlar ama yargıçlarımız hiçbir zaman “suçlayan” kişi olmazlar. Yargıçlarımız, her zaman “tarafsız” (objektif, ön yargısız, peşin hükümden uzak) olmak zorundadırlar. Yargılama (yani, duruşma) yaparken, vatandaş ister “tanık” olsun, hatta isterse “sanık” olsun, yargıçlarımız “suçlarmış gibi” konuşamaz, vatandaşa o şekilde (yani, vatandaş peşinen suçluymuş gibi) davranamaz, o şekilde imâlarda bulunamaz. Birini suçlamak işi, yalnızca savcıların görevidir. Yargıçlarımız, adeta tarafsız bir “hakem” gibidirler.
Basitçe söylersek, savcı suçlar, avukat savunur, yargıç ise tarafsız olarak hem savcıyı, hem avukatı dinler ve sonunda, savcıyı veya avukatı kayırmadan, yani hiçbirinin tarafını tutmadan, adil olarak karar verir. Savcı sırf devlet memuru olduğu için, avukata karşı bir üstünlüğü yoktur. Yargıçlar, mesleki yakınlık, memur dayanışması, vs. nedenlerle savcıları kayıramaz, onların tarafını tutamaz, “savcı mutlaka doğru biliyordur, doğru söylüyordur, avukat ise yanlış bilir, yalan söyler”, vs. diye düşünerek ön yargılı davranamazlar. Bu yasaktır. Yargıçlar, bu yasağa uymazlarsa, vatandaşa karşı suç işlemiş sayılırlar ve meslekten atılırlar.
Avukatlar (Vekil, Müdafi, Muhami)
Çok eskiden, barolar kurulmadan önce, avukatlık (davalarda savunma) işlerini yapanlara “muhami” denirdi. Bugün ise, “vekil” veya (ceza davalarında, sanık avukatları için) “müdafi” denir. Avukatlar hakkında yukarıda yeri geldikçe bazı bilgiler verdim. Şimdi başka bilgiler vereceğim.
Avukatlar, mutlaka hukuk fakültesi mezunu olmak zorundadırlar. Elbette, bir hukuk fakültesi öğrencisi, mezuniyetinden sonra, istemezse avukat olmaz. Kendi isteğine göre, başka pek çok meslekle uğraşabilir (ticaret, siyaset, gazetecilik, yazarlık, vs.).
Hukuksal konularda resmi olarak danışmanlık yapmak (mütalaa vermek, sözlü veya yazılı olarak görüş bildirmek), başkaları adına davalar açmak, başkalarını davalarda savunmak, vb. hukuksal, yasal işleri yapabilmek için mutlaka “avukat” olmak gerekir. Basitçe söylersek, her hukuk fakültesi mezunu “hukukçu” sayılır ama “avukat” sayılmaz. Avukat olmayan kişilerin hukuk danışmanlığı yapması, başka bir vatandaş adına dava açması, başka bir vatandaşı bir davada savunması yasaktır.
Avukat olabilmek için, öncelikle bir başka avukatın yanında “staj” (kurs) görmek gerekir.
Stajdan sonra, hangi şehirde (ilde) avukatlık yapmak isteniyorsa, o ilin “baro” kuruluşuna (teşkilatına, örgütüne) üye olmak gerekir. Yurdumuzda, büyük illerimizin hepsinde bir baro vardır. Örneğin, Ankara Barosu, İstanbul Barosu, İzmir Barosu, vs. Bazı küçük illerimizde baro yoktur. Bu yüzden, bu küçük illerimizin yakınlarındaki daha merkezi illerimizden birinde, “bölge” barosu bulunur. Avukatlık yapmak istediğiniz böyle küçük şehirlerimizde baro yoksa, işte bu “bölge” barolarına kayıt olmanız gerekir. Bütün il barolarının bağlı olduğu merkez, Türkiye Barolar Birliği (TBB)’dir. Ankara’dadır.
Avukat, baroya kayıt yaptırdıktan sonra, fiilen avukatlık yapacaksa, bir “büro” (yazıhane) açmak zorundadır. Avukatlık yapmayacaksa, büro açması zorunlu değildir. İsterse tek başına büro açabilir. İsterse, başka avukatlarla ortaklaşa büro açabilirler. Hiç büro açmadan da avukatlık yapılabilir. Örneğin, bir avukat, bir şirket, dernek, vakıf, vb. kuruma bağlı olarak avukatlık yapacaksa, büro açması gerekmez.
Serbest çalışan, yani, kendi bürosu veya başka avukatlarla ortaklaşa bürosu olan avukatlar, “serbest meslek mensubu” sayılırlar ve bağımsız olarak “vergi mükellefi” olurlar. Yukarıda da belirttiğim gibi, başkalarının yanında (örneğin, başka bir avukatın yanında, bir şirkette, vs.) çalışan avukatlar ise, SSK’lı (sigortalı) olurlar, “işçi” statüsünde sayılırlar.
Yine yukarıda belirttiğim gibi, bazı avukatlar, isterlerse sınava girip devlet memuriyetine geçebilirler (örneğin, Hazine avukatı, vb.). Yurdumuzda çok nadiren görülse de, bir avukat kendisi isterse, belli bir yaş haddini (sınırını) aşmamışsa (yani, fazla yaşlı değilse), sınava girerek yargıç veya savcı da olabilir.
Avukatlar her ne kadar “devlet memuru” sayılmasalar bile, yine de “kamu hizmeti” yapıyor sayılırlar. Bu nedenle, bazı özel yetkileri ve ayrıcalıkları vardır.
Örneğin, avukatlar görevlerini yaparken en basit bir suçu işleseler bile, mutlaka “ağır ceza” mahkemesinde yargılanırlar. Çünkü, ağır ceza mahkemelerinde (yukarıda belirttiğim üzere) bir (1) değil, üç (3) yargıç bulunur. Bu kural, suç işleyen avukatların kendi yararlarınadır (yukarıda nedenini açıklamıştım). Yoksa, “avukatlar en basit suçu işleseler bile çok büyük suç işlemiş sayılırlar, bu yüzden ‘ağır ceza’ mahkemesinde yargılanırlar”, anlamına gelmez.
Avukatlar, bazı özel mesleki disiplin kurallarına bağlıdırlar. Bu kurallara uymazlarsa, disiplin cezası alırlar. Hatta, meslekten de atılabilirler ve bir daha ömür boyu avukatlık yapamazlar.
Avukatlar, yaptıkları işler karşılığında müvekkillerinden mutlaka ücret alırlar. Parasız olarak (bedavaya) hizmet görmeleri (baro kuralları uyarınca) yasaktır. Ama, istisnai durumlarda buna izin verilir. Ayrıca, avukatlar, Türkiye Barolar Birliği’nin her yıl belirleyip Resmi Gazete’de ilan ettiği “asgari ücret tarifesine” göre ücret almak zorundadırlar. Daha doğrusu, isterlerse daha yüksek ücret de alabilirler ama asgari tarifeden daha az ücret almaları yasaktır. Yoksa, başka avukatlara (meslektaşlarına) karşı haksız rekabet etmiş olurlar.
Son olarak, çok önemli bir kuralı vatandaşlarımıza hatırlatmak isterim: Hiçbir vatandaşımız, hiçbir zaman, hiçbir hukuksal, yasal işte avukat tutmak zorunda değildir. Yani, her vatandaşımız, her türlü hukuksal, yasal işlerini bizzat kendisi halledebilir. Sözleşmelerini (mukavelelerini) kendisi yazabilir, imzalayabilir, evini, arabasını satabilir, dava açabilir, kendisini davalarda savunabilir, noterden ihtarname çekebilir, devlet dairelerinde, kamusal (resmi) ve özel kurumlarda, bankalarda, vs. bütün işlerini, işlemlerini bizzat kendisi yapabilir. Hiç kimse, hiçbir işte, vatandaşa, “senin bu işi yapmaya hakkın yok, git bir avukat tut, o gelsin senin adına yapsın”, diyemez.
FAKAT, eğer bir vatandaşımız, kendisi adına değil de, bir başka kimse adına bazı önemli hukuksal, yasal işler yapmaya kalkışırsa, bu kabul edilmez; yasaktır. Mutlaka avukat tutmak gerekir. Yani, kendisi avukat olmayan bir kimse, başka bir kişi adına dava açamaz, başka bir kişiyi davalarda savunamaz.
Adına dava açmak veya savunmak istediğiniz kişi, en yakınınız olsa bile (karınız, kocanız, oğlunuz, kızınız, anneniz, babanız, kardeşiniz, vb.), eğer kendiniz avukat değilseniz, o yakınınız yerine (yani, onun adına) dava açamazsınız, onu savunamazsınız. Yakınınız her kimse, bu işleri ya bizzat kendisi, kendi adına yapmak zorundadır, ya da avukat tutmak zorundadır. Sırf siz onun yakınısınız diye, kendi yetkilerini, haklarını, size devredemez, size vekâlet veremez (verse bile geçersiz olur), sizin vasıtanızla (sizi kullanarak) kendisi adına dava açtıramaz, kendisini sizin savunmanızı isteyemez (istese bile, mahkemedeki yargıç bunu kabul etmez).
Tabi ki, eğer siz bir avukatsanız, elbette bütün yakınlarınızı savunabilirsiniz, onlar adına davalar açabilirsiniz. Yani, yakınınızın, sırf siz onun yakınısınız diye, sizden vazgeçerek başka bir avukat tutması gerekmez. Tabi, kendisi isterse, sizden başka avukat tutabilir. Sırf siz onun yakınısınız diye, avukat olarak sizi tutmak zorunda da değildir.
Ç) ÇEŞİTLİ ADLİ KURUM VE KURULUŞLAR
Yukarıda, mahkemelerimizi, adliyelerimizi, adli personelimizi, yargıç, savcı ve avukatlarımızın yetki ve görevlerini özetlemeye çalıştım. Tabi, hukuk dünyamızda daha başka resmi ve özel kurumlar, kuruluşlar, görevliler, memurlar da vardır. Şimdi bunların bazılarını kısaca anlatacağım.
Polis (Emniyet, Güvenlik, Kolluk)
Halk arasında kısaca “polis” dediğimiz kişilerin aslında resmi olarak çok çeşitli başka genel ve özel adları, ünvanları vardır: “Emniyet Teşkilatı”, “Emniyet Görevlileri”, “Kolluk Kuvveti”, “Güvenlik Amir ve Memurları”, “Komiser”, “Başkomiser”, “Şube Müdürü”, “Karakol Amiri”, vb. Hatta, kısmen Silahlı Kuvvetlerimize (yani, ordumuza) dahil olan Jandarma ve Sahil Güvenlik Teşkilatı da, yerine göre bu kapsama girer.
Polislerimiz de, adli işlerimizde çok önemli görevler görürler. Vatandaşlara, savcılara, yargıçlara, avukatlara yardımcı olurlar. Yasal işlerin halledilmesinde çok önemli yetkilere sahiptirler. Örneğin, suçluları yakalamaya çalışırlar, gerekirse silahlı çatışmaya girerler (normal vatandaşların “meşru müdafaa” dışında silahlı çatışmaya girme hakkı (yetkisi) yoktur), suç işlendikten sonra delilleri (parmak izi, mermi kovanları, kan lekeleri, cam kırıkları, sahte paralar, vb. binlerce çeşit delil) toplarlar, suç işlenmeden önce evlerde, iş yerlerinde, sokaklarda aramalar yaparlar, bomba olduğundan şüphelenilen paketleri imha ederler, şüpheli şahısları, tanıkları, şikayetçi vatandaşları dinlerler, sorgularlar, resmi tutanaklar tutarlar, şüphelileri ve sanıkları gerekirse gözaltına alırlar, savcıların, yargıçların huzuruna götürürler, adresi bulunamayan kişilerin, kaçakların adreslerini araştırırlar, vb. yüzlerce görev yaparlar.
Böyle işleri, genelde başka hiçbir vatandaş, hatta başka adli personel, yani, yargıç, savcı, avukat, kalem memuru, mübaşir, vs. dahi yapmaz, yapamaz. Çünkü bazen yetkileri yoktur, bazen de uzmanlıkları yeterli değildir. Bunun için, çoğu adli personel, polis teşkilatının desteğine muhtaçtır.
Polis teşkilatımız, İçişleri Bakanlığına bağlıdır. Adalet Bakanlığına bağlı değildir. Bu yüzden, bazen karışıklıklar olmaktadır. Bu karışıklıkları halletmek için, Adalet Bakanlığına bağlı olarak, yurdumuzda ayrı bir polis teşkilatı kurulması düşünülmektedir.
Bugün, İçişleri Bakanlığına bağlı bulunan polis teşkilatına “idari kolluk” denmektedir. Adalet Bakanlığına bağlı olacak şekilde yeni kurulması düşünülen polis teşkilatına ise, “adli kolluk” adı verilecektir. Uzun yıllardır planlanmakta olsa da, henüz “adli kolluk” maalesef kurulamamıştır. Kurulamamasının bir nedeni, devletteki bütçe ve kadro yetersizliğidir. Ama, bir başka nedeni ise, hükümette hangi iktidar olursa olsun, İçişleri Bakanlıkları ile Adalet Bakanlıkları arasındaki yetki, iktidar ve otorite çekişmesidir.
Adli kolluk kurulursa, özellikle savcılarımız ve yargıçlarımıza çok büyük bir yardım sağlanacaktır. Çünkü, böyle özel bir polis teşkilatı, özellikle adli işlerle ilgilenecektir, bu konularda uzmanlaşacaktır. Diğer polis teşkilatımızın (yani, İçişleri Bakanlığına bağlı olan “idari kolluk” teşkilatının) iş yükü hafifleyecektir; onlar özellikle kendilerini ilgilendiren işlerle ilgilenecektir. Örneğin, bugün polis teşkilatımız “çevik kuvvet” olarak sokak eylemlerini, isyanları bastırmak, vatandaşın pasaport işlemlerini yapmak, vs. çok çeşitli işlerle uğraşmaktadır. Yeni kurulacak “adli kolluk” işte böyle işlerle uğraşmayacak, yalnızca yargıçlara, savcılara yardımcı olacaklardır.
Noterler
Noterler (noterlikler) tam olarak devlet kurumu sayılmasalar bile, çok önemli resmi işlemler gerçekleştirirler. Noterler de avukatlar gibi kamu hizmeti görürler. Noterlik yapabilmek için devletten izin (ruhsat) almak gerekir. Noterlerin de kendi özel meslek kuruluşları vardır, merkezi Ankara’dadır (Türkiye Noterler Birliği). Noterler için de özel disiplin kuralları vardır.
Noterler de illerimizin, ilçelerimizin nüfusuna göre farklı sayılarda büro açarlar. Büyük illerimizde yüz (100)’den fazla noter vardır. Büyük ilçelerimizde de onlarca noter vardır. Avukatlar gibi, her noterin yalnızca bir (1) tane bürosu olur. Yani, şirket, banka, vs. gibi “şubeler” açamazlar.
Noter bürolarına kişi (şahıs) adı verilmez, sırasıyla resmi ünvan verilir. Örneğin, Çankaya 1. Noterliği, Çankaya 2. Noterliği, vs.
Noterler, genelde kendi bürolarında görev yaparlar ama özel durumlarda büro dışına da giderler (örneğin, hastanede, hapishanede olan kişilerin işlemlerini yapmak için, vb.).
Noterler, genelde tasdik (onay) işleri görürler. Yani, resmi veya özel belgeleri, defterleri, makbuzları, vb. onaylarlar. İlgili belgenin fotokopisini çıkarıp aslına uygun olduğunu tasdik ederler. Örneğin, vatandaşların kimlik (nüfus cüzdanı) bilgilerini bir belgeye yazıp bunu onaylayabilirler.
Tabi, noterler, onaylama dışında yüzlerce başka işlem de yaparlar. Özel sözleşmeler düzenlerler (“gayrımenkul (taşınmaz) satış vaadi sözleşmesi, vb.), vatandaşların vekâletnamelerini, vasiyetnamelerini, vs. taleplerini yazarlar, resmi çeviri (tercüme) belgelerini onaylarlar, bazı olayları şahit (tanık) gözüyle tasdik ederler (piyango çekilişleri, vb.), ihtarname, ihbarname, protesto, vb. tebligatlar gönderirler, vs. Bu sayede, hem vatandaşlarımızın hem de mahkemelerimizin, avukatlarımızın işlerini kolaylaştırırlar.
Noterler de, avukatlar gibi, yaptıkları işler için ücret alırlar. Ama, noterlerin ücretleri sabittir, yani belli bir tarifeye bağlıdır. Bu tarifede yazılandan daha yüksek veya daha düşük ücret alamazlar. Oysa, avukatlar, isterlerse asgari ücret tarifesinde yazılı olandan daha yüksek ücretler de isteyebilirler.
Noterler, genelde yardımcılarla çalışırlar. Bir noterin bürosuna gittiğinizde, “baş kâtip”, “noter vekili”, “kâtip”, “veznedar”, vb. görevlilerle karşılaşırsınız. Yapılan her işlemi, kâtiplerin yazdığı her belgeyi, mutlaka bizzat noter kendisi veya baş kâtip imzalar.
Bilirkişiler (Ehlivukuf, Ehlihibre)
Bilirkişilerin bazıları devlet memurudur, bazıları değildir. Bilirkişilik işini yaparlarken resmi görevli sayılırlar, ciddi sorumluluk taşırlar. Davaların çözümlenebilmesi için teknik konularda sözlü veya yazılı olarak görüş bildirirler. Şöyle ki, bazı davalarda hukuksal meselelerin halledilebilmesi için önce hukuk dışında tıp (hekimlik), mühendislik, mimarlık, bilgisayar uzmanlığı, elektrik teknisyenliği, eczacılık (zehirler, uyuşturucu maddeler, ilaçlar, vs.), uydu yayıncılığı, cep telefonları, ateşli silahlar, patlayıcı maddeler, yangın ve itfaiye uzmanlığı, parmak izi, kan grubu, DNA, el yazısı, sahte imza, vb. pek çok teknik konuda delillerin toplanması ve bu delillerin değerlendirilmesi (takdir edilmesi, mukayese edilmesi) gerekir. Elbette ki, yargıçlar, savcılar, avukatlar bu konularda uzman değillerdir. Mecburen, işte böyle teknik uzmanlık konularında bilirkişiler mahkeme emriyle görevlendirilir ve onlara uzmanlık soruları sorulur, bilirkişiler de bu sorular hakkında raporlar yazıp mahkemeye sunarlar. Yargıçlar, savcılar, avukatlar da bu raporlara göre davanın hukuksal yönlerini çözmeye çalışırlar. Gerekirse, bilirkişiler duruşmaya da çağrılır, orada sözlü olarak da sorulara cevap verirler.
Devlet, genelde bilirkişilerin resmi bir listesini tutar, zaman zaman listeleri yeniler (güncel hale getirir), yeni bilirkişileri listeye ekler, bazılarını çıkarır ve son durumdaki listeleri yayınlar. Yargıçlar, bilirkişileri işte bu listelerden seçerek görevlendirirler.
Bu resmi bilirkişiler dışında, resmi olmayan bilirkişiler de vardır. Davalarda bazen taraflar (davacılar, davalılar, sanıklar, bunların avukatları, vb. kişiler) kendi iddia ve savunmalarını ispatlayabilmek (teknik açıdan destekleyebilmek) için isterlerse dışarıdan (mahkeme harici) bilirkişiler de tutabilirler. Yani, yargıç kendisi emir vermese bile, taraflar isterlerse böyle ihtiyari şekilde de bilirkişi raporları alabilirler ve mahkemeye sunabilirler.
Yargıçlar, bilirkişi raporlarıyla “bağlı” değillerdir. Yani, bilirkişilerin raporlarına inanmak zorunda değillerdir. Sonuçta, her şeye yargıçlar kendileri karar verirler; bilirkişi raporlarını isterlerse kabul ederler, istemezlerse kabul etmezler. Hatta, isterlerse, yalnızca bir kez değil, birkaç kez farklı bilirkişilerden raporlar isteyebilirler. Amaç, teknik uzmanlık gerektiren konularda iyice sağlam bir fikir (kanaat) sahibi olabilmektir. Bu yüzden, bazen farklı bilirkişiler tayin edip sonra da her birinin görüşlerini detaylı bir şekilde mukayese etmek gerekir. Bazen, bilirkişiler dahi farklı, hatta birbiriyle çatışan (çelişen) bilgiler ve görüşler öne sürebilirler. Örneğin, bir bilirkişi bir imzanın sahte olduğunu söyleyebilir, bir başka bilirkişi ise sahte olmadığını söyleyebilir. İşte bu yüzden, nihai takdir (karar) yetkisi yargıçlarındır.
Davanın tarafları da (davalı, davacı, sanık, bunların avukatları, vb. kişiler) bilirkişi raporlarını kabul etmeyebilirler, bu raporlara itiraz edebilirler. Tabi, “keyfi” olarak itiraz edilemez. Mutlaka açıklamalar, gerekçeler sunmak gerekir. O zaman, duruma göre yargıç başka bilirkişilerden de rapor alınmasını isteyebilir. Elbette, taraflar her defasında kendi aleyhlerindeki raporlara itiraz edebilirler ama tabi en sonunda (yani, birkaç bilirkişiden çeşitli raporlar alındıktan sonra) yargıç itirazları kesmek (reddetmek) zorunda kalır, yoksa dava hiçbir zaman sonuçlandırılamaz, uzayıp gider.
Resmi bilirkişilere devletin resmi tarifesine göre ücret ödenmesi gerekir. Bu ücret, baştan (peşin olarak) devlet tarafından veya bazen davacı ya da, nadiren de olsa, davalı tarafından ödenir ama davanın sonunda kim haksız çıkarsa, ona yükletilir. Örneğin, yargıç dava sürerken bilirkişi ücretini ödemesini davacıdan isteyebilir, davacı taraf da ücreti öder, ama davanın sonunda davacı haklı çıkarsa, bu defa onun peşinen ödediği bu ücret, kaybeden tarafa (yani, davalıya) yükletilir. Kısacası, davanın en sonunda kaybeden (haksız çıkan) taraf bilirkişi ücretini ödemek zorunda kalır.
Adli Tıp Kurumu
Adli Tıp Kurumu devletin resmi kurumudur ve yukarıda açıklanan “bilirkişilik” görevini yapar. Mahkemelerden gelen emirlere göre çok çeşitli konularda mahkemelere raporlar sunar. Adli Tıp Kurumunda pek çok uzmanlık dairesi (departman, birim, şube) vardır, buralarda çok sayıda uzman memur çalışır.
Kurumun adında “tıp” kelimesi yer almaktadır ama yalnızca tıp (hekimlik) konularında değil, daha başka çok çeşitli konularda da uzmanlığa sahiptir; pek çok konuda yetkili ve görevli sayılır. Örneğin, silahlar (balistik), teknolojik cihazlar, ses ve görüntü (kamera) kayıtları, vb.
Yurdumuzda bazı özel (gayrı resmi) adli tıp kuruluşları da vardır. Genelde büyük hastanelerde, polikliniklerde, vb. sağlık kuruluşlarında bulunurlar. Davalarda bunlardan alınan raporlar da kullanılabilir ama genelde yargıçlar bunlara pek güvenmezler, çünkü bunlar resmi kuruluşlar değillerdir.
Özel Hafiyeler (Dedektifler)
Bazı yabancı ülkelerde ücret karşılığı tutulan özel hafiyeler (dedektifler) vardır. Bunlar “özel” (gayrı resmi) veya “yarı resmi” hatta bazen “resmi” sayılabilirler. Genelde polislerin yaptığı bazı işleri haricen yaparlar. Örneğin, aranan kaçak kişilerin yerlerini, adreslerini bulmak, vs.
Ülkemizde resmi anlamda özel hafiyeler yoktur. Yeni bir yasa (“dedektiflik yasası”) çıkartılarak böyle hafiyelere de bazı resmi yetkiler verilmesi düşünülmektedir ama henüz böyle bir yasa çıkmamıştır. Yine de, yurdumuzda bazı özel dedektiflik büroları vardır. Bunlar, “kaçak”, “yasaya aykırı” çalışıyor değillerdir. Çünkü, yaptıkları işler genelde her vatandaşın isterse yapabileceği serbest (yasal) işlerdir. Örneğin, eşinizin sizi aldattığından kuşkulanıyorsanız, böyle dedektiflik bürolarına başvurup eşinizi takip ettirebilirsiniz, delil (fotoğraf, vb.) toplattırabilirsiniz. Zaten, isterseniz aynı işi bizzat kendiniz de yapabilirsiniz veya güvendiğiniz bir arkadaşınıza, akrabanıza da aynı işi yaptırabilirsiniz. Sonuçta, yasaya aykırı bir durum yoktur.
Siciller (Kütükler)
Kişisel, mesleki, sosyal ve ticari hayatımızın pek çok alanında, özellikle hukuksal konularda, ister davalar, soruşturmalar gibi zorunlu işler, ister daha serbest (alış - veriş, evlilik, pasaport, vb.) iş ve işlemler için, kişiler, mallar (ev, otomobil, vb.), şirketler, dernekler, vb. pek çok konuda merkezi, resmi kayıtlar (istatistikler) tutulur. Bunlara “sicil” (“kütük”) denir. Bunlar, adeta çok büyük kütüphaneler, arşivler, depolar gibidir. Sicillerde, belgeler, defterler, gazeteler, vb. pek çok şeyin asılları (orijinalleri) veya onaylı (tasdikli) ya da onaysız fotokopileri muhafaza edilir, çoğu bilgiler kolaylık olsun diye bilgisayara da kaydedilir.
Bu siciller, devletin tek bir organı tarafından tutulmaz, her sicil ilgili kamu kurum veya kuruluşu tarafından tutulur; hepsi tek bir merkezde (tek mekânda) bulunmaz. Hepsi konularına (hususiyetlerine) göre yurdun çeşitli yerlerine (illere, ilçelere, mahallelere, vb.) dağılmıştır. Yurdumuzda böyle binden fazla sicil vardır.
Örneğin, her ilde bir “ticaret sicili” bulunur. Bu sicilde, o ildeki şirketlerin, şahıs tüccarların isim listeleri, haklarındaki ticari bilgiler muhafaza edilir. Buna benzer şekilde, örneğin, “esnaf sicili” de tutulur. Ayrıca, motorlu taşıtlar sicili, gemi sicili, tapu sicili (araziler, binalar, evler, dükkânlar, iş yerleri, vb. gayrımenkuller (taşınmazlar) için), dernekler sicili, vakıflar sicili, nüfus sicili, vb. pek çok sicil vardır.
İşte bu siciller, ihtiyacı olan vatandaşların hizmetine açıktır. Vatandaşlar, davalar ve soruşturmalar için, veya bir mal (otomobil, tekne, apartman dairesi, vs.) satın alırken, evlenirken, boşanırken, evlat edinirken, bir derneğe üye olurken, vb. pek çok iş ve işlemlerinde, ilgili olan sicile gidip bazı bilgileri görebilirler. İsterlerse, oradaki belgelerin bazılarının fotokopilerini alabilirler, hatta resmi olarak tasdik ettirebilirler, bu sicillere yazılı olarak dilekçeler verip istedikleri soruları sorabilirler, resmi makamlar da bu sorulara resmi olarak yazılı şekilde cevap verirler. İşte bütün bunlar, hukuksal (adli) işlerimizin halledilmesinde vatandaşın çok işine yarar.
Adli Sicil”: Suç işleyip ceza alan her vatandaş için özel (şahsi) bir adli sicil (kayıt) tutulur. Hiç suç işlememiş olan vatandaşların, adli sicil kaydı yoktur. Bazı basit suçlar, adli sicile yazılmaz. Önemli suçlar, sicile yazılır ama belli bir süre geçtikten sonra, bu suçlardan bazıları da silinir. Amaç, vatandaşın adli sicili kötü göründüğü için çok uzun yıllar boyunca halk nezdinde, resmi işlemlerde (iş başvurusu, vb.) mağduriyet yaşamamasıdır. Bir anlamda, vatandaşa “sicil affı” sağlanmış olur.
Yazının devamı aşağıdaki bağlantı adresindedir:
Yazının tümünü tek parça halinde ve farklı bir formatta aşağıdaki bağlantı adresinde de bulabilirsiniz:
Tahsin Dirse Yalçın
25 Ocak 2011